Anadolu’da bir söz vardır: “Görenedir, görene; köre nedir, köre ne?” Bu söz, her ne kadar toplumun bir söylemi gibi görünse de, aslında hepimizin karşısına acı bir gerçek olarak çıkar. Öyle ki, her birimiz hayatın koşuşturmacasında kimi zaman nice güzellikleri göremeden yanlarından geçip gideriz. Bazen bir çiçeğin yağmurlara ve fırtınalara direnen çehresini, bazen bir yaprağın rüzgârla dans ederken yüzünden eksilmeyen tebessümünü fark etmeden adımlarız ömür basamaklarını. Bakmak ile görmek arasındaki fark bu olsa gerek. Gözümüzle gördüklerimizi, gönlümüzle görmekten kaçarız; bu, insan ruhu için şifayı kapmak gibidir.
Bizler, ömrümüz boyunca hayatı yalnızca kendi gördüklerimizden ibaret sanırız. Oysa görmek; bizi Yaratan’ı, kâinatı, insanlığı ve kendi varlığımızı, benliğimizi hissedebilmektir. Bir de bakmak var… Bakmak, aynadaki yansımamızdan ibarettir. Elinle dokunsan orada bulabileceğin kadar yakındır. Keşfetmene gerek kalmaz, hissetmen gerekmez.
Bu yüzden, baktığımız her şeyi tüm derinlikleriyle görüp hissedemeyiz. İşte bu fark, iki farklı kelimeyi ve iki farklı anlamı doğurur. Bir misal: “Güneş batıdan doğuyor.” Anlamamız gereken mesele, insanlık ve Müslümanlık. Çünkü Filistin diye bir gerçek var. Buraya sadece Filistin meselesi gibi bakabiliriz, ama görmemiz gereken vicdandır. Mazlum yüreklerin feryatlarını işitip, hislerine tercüman olup onlara çareler bulmalıyız. Görebildiklerimiz, iç yüzünü bildiklerimiz, hissettiklerimizdir. İyiyi, güzeli ve hakikati görebilmek duasıyla.